Amok Koşucusu Stefan Zweig ’in kendi ruhsal durumunu en çok yansıttığı kitaplardan biri dersem yanlış olmaz. Stefan Zweig, intihar üzerine kafasını çok yoran ve hayatının bir anlamı kalmadığını anladığı anda yaşamına son vereceğini gençlik yıllarından beri dile getirmiş bir şahsiyet. Ve Amok Koşucusu ‘nu yazdıktan tam 20 yıl sonra 1942’de dediğini yapıyor. Eşiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı sebebiyle sürgünde olduğu Brezilya’da yaşamına son veriyor.
Şimdi az çok anlaşılmıştır kitabın ne anlattığı: İntihar. Zweig yine kahramanın kendi içinde yaşadığı psikolojik savaşını ve bir kadının ruhunu kısacık kitapta hayret verici bir şekilde anlatmayı başarıyor. Kitap yalnızca 64 sayfa.
Editör Notu : Reklamlara tıklayarak bize destek olabilirsiniz.Peki, kitabın ismini görünce aklımıza gelen ilk soruya dönelim: Nedir bu Amok Koşusu? Bunu kahramanımızın ağzından duyalım:
İşte Amok… Evet, Amok şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor… Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta… Tıpkı benim odamda oturduğum gibi… Sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor… Dosdoğru koşuyor, dosdoğru… Nereye gittiğini bilmeden… Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor… Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor… Ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor… Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler… O gelirken uyarmak için ‘Amok! Amok!’ diye haykırırlar ve herkes kaçışır… Ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir… Sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır…
Amok Koşucusu, Stefan Zweig
Amok, kısaca bir cinnet hali. Malezya’da görülen ve yerel özellikler gösteren bir durum. Malay dilinde ise -Malezya’nın resmi dili – Amuk şeklinde isimlendiriliyor. Gözü kararmış, öfkeden deliye dönmüş ve öldüren anlamlarına geliyor. Kişinin kendini kaybetmesi ve eline aldığı herhangi bir şeyle koşmaya başlaması ve önüne çıkan her şeye saldırması. Genelde kişinin ölümüyle sonuçlanıyor, kurtulan çok az kişi ise ne olduğunu ve ne yaptığını hatırlamıyor. Yani tam bir cinnet hali.
Amok Koşucusu ‘nu okurken birden olayın içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir gemide oluyorsunuz. Sadece geceleri güverteye çıkan bir adam merakınızı uyandırıyor ve bir gece yanına sokuluyorsunuz ve adam -bir doktor- anlatmaya başlıyor. Çünkü anlatmasa ölecek gibi…
Doktor, işlediği bir suçtan sonra işini yapmak için başvuruyor ve Doğu Hindistan’a kendisinden başka “beyazın” yaşamadığı ücra bir yere bir nevi sürgüne gönderiliyor. Bu durum içinde zamanla alkole bağımlı, depresif bir ruh haline giriyor. Asıl hikâye ise doktora; güzel, kibirli ve en önemlisi “beyaz” bir kadının -uzun zamandır evinden uzakta olan Avrupalı varlıklı bir tüccarın karısının- yüklü bir para karşılığında kürtaj yapmasını “buyurmasıyla” başlıyor. Doktor, yardıma ihtiyacı olmasına rağmen kibirli gördüğü bu kadına karşı gururuna yenik düşerek yardım etmeyi kabul etmiyor ve kendisinden rica etmesini veya daha da ileri giderek onunla birlikte olmasını teklif ediyor. Kadın ise bunu reddediyor ve hızlıca oradan ayrılıyor.
Sizi bayılmalarınızdan, bulantılarınızdan kurtarmamı istiyorsunuz, bunlara neden olan şeyi… Şeyi ortadan kaldırmak suretiyle…
Amok Koşucusu, Stefan Zweig
Öyle değil mi?
-Evet.
Doktor kısa bir süre donakalıyor sonra düştüğü durumdan çok pişman olup kadının arkasından koşmaya başlıyor ama yetişemiyor. Aslında doktorun “Amok Koşusu” tam olarak burada başlıyor. Nerede bittiğini ise kitabı bitirince anlayacaksınız. Hikayenin sonunda olayların konusu olan iki şey manidar bir şekilde “ayrılıyor” gemiden 🙂 Burayı niye böyle yazdığımı kitabı okuyunca daha iyi anlayacağınızı umuyorum 🙂
Editör Notu : Reklamlara tıklayarak bize destek olabilirsiniz.Kitabı bitirdiğimde şöyle düşünmüştüm: Aslında hepimiz potansiyel bir Amok Koşucusu’yuz. Hayatta kötü şeyler üst üste geldiği bir dönem düşünün. Bu durumdayken hatalarınızı düşünürsünüz, hayal kırıklıklarınızı, öfkelerinizi… Öyle bir hal olur ki kendinizle baş başa kalamazsınız o an. Ve fırlarsınız kalabalıkların arasına. Bazen koşar bazen yürür bazen ise sadece durursunuz kalabalığın arasında. Orada dökmek istesiniz her şeyi. Kalabalıklar bazen insanın kurtarıcısı olur.
Evet, kitabımızın kısa olması dolayısıyla yazımı burada bitirmek zorundayım yoksa kitapla alakalı bütün sürprizleri bozacağım 🙂
Son not olarak gemi-geriye dönüş şeklinde anlatım-anlatıcı üçlemesi ile aklınıza başka bir kitap gelmiş olmalı : Satranç . Yine Zweig’dan. O kitabı da tanımak isterseniz sizi şöyle alayım 🙂
Herkese bol okumalar diliyorum…
Daha önce kitaplar üzerine yazdığım yazılara buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.